Aşkın nörobiyolojisinden bahsetmeden önce aşkı ele alırsak aşk şudur diyerek tanımlama yapmak doğru olmaz. Aşkı öznel bir yargı olarak aşkı yaşayan kişinin kendisine bırakıyorum. Genel olarak söylemek gerekirse, “aşk”ın bir başkasına hissettiğimiz tutku, bağlılık ve sevgi olduğunu söylemek mümkün. Nörobiyolojik yaklaşımında ise yoğun, karmaşık sinirsel süreçler yer alır ve beyinde oluşan sinirsel süreçler belirli bir yol üzerinden kaslara giderek gözlenebilen davranışlar halinde dışa yansır. Bildiğiniz üzere tarihsel süreç boyunca da birçok kişi aşkı için hayatından vazgeçebilecek şiddette aşk duygusunu yaşamıştır. Peki bu denli güçlü bir duygu yaşanırken insan beyninde neler olup biter? Bunun cevabı için “aşk”ın beyinde hangi alanlarda ne gibi kimyasal etkileşimler ile ortaya çıktığına bir göz atalım.
Dünya aşk literatürüne göre, aşk bir birlik kavramına dayanır. Âşıkların aralarındaki tüm mesafeyi ortadan kaldırmak ve birleşme arzusu bunun bir sonucu olabilir diyebiliriz. Aşk beyinde bir ödüllendirme mekanizması şeklinde çalışır. Aşk sırasında meşgul olan beyin bölgeleri, beyindeki hem kortikal hem de subkortikal bölgeler ile bağlantılara sahiptir. Bunlar arasında frontal, parietal ve orta temporal korteks ile bağlantılar ve beynin duygu ile ilgili bölümü olan amigdala vardır. Aşk olgusu öncelikle görme, işitme, koku ve sonrasında dokunma duyularını aktive eder. Bu işlemler inanılmaz bir hızda gerçekleşir ve beynin tüm bölgeleri ile etkileşime geçer. Aşkın tutkusu, yargılamanın askıya alınması veya diğer insanları değerlendirdiğimiz yargılama kriterlerinin olduğu bölge, beyinde frontal (ön) korteksin bir işlevidir. Bu kortikal bölge, paryetal korteks ve temporal lobun bölümleri ile birlikte, genellikle olumsuz duygularla ilgili olduğu bulunmuştur. Romantik bir olay, sevilen kişiyle yüz yüze gelmek ve annelik hallerinde etkisiz hale getirilmesi buna göre şaşırtıcı olmamalıdır. Çünkü derinden âşık olduğumuzda, normalde insanları değerlendirmek için kullandığımız kritik yargıları askıya alırız. Prefrontal korteks, diğer insanların duygu ve niyetlerini belirleme yeteneği ile her zaman aktif bir alan ağı oluşturur. Aşk genellikle mantıksızdır çünkü rasyonel yargılar askıya alınır veya artık aynı titizlikle uygulanmaz. Yapılan araştırmalarda öncelik aşk sırasında aktive olan insan beyni alanlarının ve özellikle de hormonların kimyasına bakmak olmuştur. Sırasıyla bu hormonların aşk duygusu ile ilişkisine bakalım.
Diğer duygular gibi aşk da endokrin faktörlerle düzenlenir. Bunlar oksitosin, vazopressin, dopamin, serotonin dâhil olmak üzere birkaç faktörle tanımlanmıştır. Aşk mevzu bahis ise girişi dopamin ile yapabiliriz. Beyinde dopamin artışının kişide belli bir şeye odaklanmaya ve amaca yönelik davranışların artmasına neden olduğu bilinmektedir. Aşkın da kişiye yönelik bir odaklanma ve ilgi hali olduğu düşünüldüğünde dopaminin etkisi kaçınılmazdır. Bir enerji hali, ödül, uykusuzluk, soluk alma hızında artış ve iştah kesilmesi dopamin ile ilişkilendirilebilir. Dopamin artışı ayrıca testosteron artışına da yol açıyor. Bu nedenle âşık olunan kişi ile yaşanan cinsel deneyimin daha akılda kalıcı hazlar yaşattığı söylenmektedir. Dopamin ayrıca diğer bir nörotransmitter olan nöroepinefrini tetikler. Bu nedenle âşık olduğumuzda daha az uykuya ve yemeye ihtiyaç duyarız. Sonrasında önemi oldukça büyük olan ve hipotalamusta üretilen küçük, benzer hormonel yapılar olan oksitosin ve vazopressinden söz edilebiliriz. Kişide bağlanma, zevk almayı artırıcı yönüyle önem taşımaktadır. Yapılan araştırmalar sonucu âşık olmada oksitosinin çok önemli bir rol oynadığı tespit edilmiştir. Ayrıca cinsel davranışta, doğum ve emzirmede önemli bir oyuncu olarak bilinir. Vazopressin özellikle bağlanma ve bağ kurma ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Vasopressin oksitosinle birlikte erkeklere özgü cinsel davranışta, oksitosinin ise kadınlara özgü cinsel davranışta rol oynadığı düşünülmektedir. Evrimsel olarak kendini korumuş olan oksitosin, beyin dopamini ile etkileşimler yoluyla bazı türlerde ödül sistemlerini oluşturur. İkisi arasındaki fark oksitosin stres azaltıcı etkilere sahipken, vasopressin korkuyu artırarak stres tepkisi yaratır böylece duygu ile ilişkilendirilen amigdalayı tam ters yönde etkiler. Serotonine gelirsek âşık olunduğunda dopamin ve norepinefrinde artış yaşanırken serotoninde azalma söz konusudur. Yapılan çalışmalarda yaşanılan aşkın ilk evrelerinde görülen serotonin azalması obsesif kompulsif bozukluk hastalarındakiyle benzer seviyelerde olduğu görülmüştür. Bu nedenle aşkın bir tür obsesyon olarak nitelendirilmesi de bu açıdan mümkün kılınabilir.
Sonuç olarak aşk ve sevgi ilişkileri, güven ve inancın yanı sıra beyindeki ödüllendirme sisteminin (limbik sistem) aktivasyonuna dayanan, karmaşık ve nörobiyolojik olaylar olduğunu söyleyebiliriz. Belki aşka biraz da nörobiyolojik perspektiften bakabilirsek ilişkilerimizde algılarımızı, partnerimizin davranışlarını, ne istediğini ve en önemlisi kendi isteklerimize ışık tutabiliriz.
Editör : Merve Koçoğlu
Comments